Hayata yeni atıldığım 1992 senesi başında kocaman ünvanlı o makam sahibi insanları televizyonlarda, gazetelerde görür ve imrenidim. Zengin ailelerden gelmeyen, zor şartlarda hayata başlamış, dişiyle tırnağıyla bulundukları yerlere gelmiş olduklarına inandığım bu insanları uzaktan kıskanırdım hep. O tarihlerde hayatın ve Tanrının adil davrandığını, çalışarak, çabalayarak, kovalayarak hayatta istenilen yerlere gelinebileceğini, idealleri gerçekleştirebilmek için bu üçünün yeterli olduğunu düşünürdüm. Sonra kimselere kul köle olmadan sadece çalışarak makam sahibi olamadım ama hayallerimin büyük bir kısmını gerçekleştirebildim. Bu yirmi sene zarfında büyük bir iyi niyetle hayata maddi ve manevi açılardan aynı şartlarda başladığımızı düşündüğüm tanıdıklarımın büyükçe bir kısmının benden hallice öteye gittiklerini, “az zamanda büyük işler başardık”larını gördüm. Sadece merak ettiğim için üşenmeden her birinin ayrı ayrı gidiş yollarını araştırdım. Tüm incelemeler neticesinde şahsımla karşılaştırma yaptığım “ötekiler” arasında inceleme kriteri olarak yanlış üçlüyü seçtiğimi anladım. “Kültürel, sosyal ve akademik nitelik” üçlüsünün kişiye duyulan saygıdan öte hemen hiçbir şey ifade etmediğini anladım. Sadece taşıdıkları soyadları sayesinde hayatları kolay giden, işlerini yürütebilmek için seçkinler sınıfına katılabilmek adına çeşitli oluşumlara giren, menfaatleri için yalvarıp yakaran, güçlüleri tanıyamasalar dahi güçlüleri tanıyan daha az güçlülerle ilişki kurmaya çabalayan, hiç tanımadıkları kodamanların çocuk ve eşlerinin doğum günlerini kutlamayı hiç ihmal etmeyen, en olmayacak şeylere “he” diyen, akçeli işlerde mezhebi son derece geniş olan bu kültür, bilgi fukarası “ötekiler”in şahsımdan kat kat uzun mesafeler aldıklarını gördüm. Maddi güç ve soyadın ne denli önemli olduğunu belki de en geçerlisi olduğunu anladım.
Sonra bu makam sahibi “ötekiler”le yine hayat çizgisi üzerinde pek çok ortamda bir araya gelme şanssızlığım oldu. Sadece iş icabı fakat hiç istemeyerek katıldığım bu ortamlarda bu “ötekiler”i usulen bir soğuk hoşbeşten sonra uzaktan izledim. Bu canlı türünün iletişim dilini çözmeye çalıştım. Bir takım varlıklar sağa sola akıyor, iskemle çekiyor, ceket ilikliyor, vücutları bir tuhaf duruyordu - belden yukarısı sanki biraz eğri gibi, ayrıca başlarını sağ öne doğru eğik biçimde daimi sabit tutabiliyorlardı. Elleri genelde üstüste gelmiş vaziyette ve göbeklerinin tam üstünde idi. Ses tonları ise incelebildiği ölçüde en incesinden tınlıyordu konuşurken. Sorulmadıkça hiç cevap vermiyorlar hatta sohbete dahi katılmıyorlardı. Kodamanla sohbet esnasında cep telefonu falan çalınca göğüs cebi üzerinden yapılan şiddetli bir baskıyla susturuluveriyordu sesi. “Başüstüne”, “emirlerinizi bekliyorum efenim”, “hanımefendiye hürmetler lütfen” sohbetten nazik ayrılışın asıl kelimeleri olarak dökülüveriyordu ağızlardan. Bu vedanın hemen sonrası asıla rücu idi. O kodamandan uzaklaşır uzaklaşmaz ve kendi seviyesine uygun bir diğer öteki ile karşılaşır karşılaşmaz sırt dikleşiyor, kafa yukarı kalkıyor, sağ el pantolon cebine indiriliyor, ses tonu kalınlaşıyor. Son model cep telefonları ellere alınıyor ve şöförler çağırılıyordu.
Tüm bunlar belleğimden akarken; bir kez daha nasıl makam ve mevki sahibi olunabildiğini anlayabiliyordum, içime huzur dolarak.